22 Eylül 2022 Perşembe

MANİSA SÜSLÜ KADINLAR BİSİKLET TURU

 

Elimde organze şakayıklardan yapılma bir taçla otobüs durağında bekliyorum. Allahtan durak sakin de meraklı bakışların hedefinde olma tehlikesi yok. Minibüs gelmek bilmiyor bir türlü. Düzenlenen organizasyona yetişebilmek için minibüse binmek aslında çok ironik. Zira süslü kadınlar bisiklet turuna gidiyorum. En mantıklısı yürüyerek gitmek aslında. Manisa bu açıdan şanslı, birçok yere yürüyerek gidebilmek mümkün. Mümkün de erken çıkmam lazımdı ki vakitlice organizasyon alanında olabileyim.

Bu işin suçlusu ise elimde tuttuğum,  evden acele ile çıkarken bir poşete koymayı akledemediğim tacım. Organizasyonun fotoğraflarını çekecek olan Anemon Fotoğraf Dostları ile buluşmayı kararlaştırmış, gerekli hazırlıklar yapmıştım aslında. Ama son anda böyle süslü bir organizasyona süslü bir şeylerle gitmek düştü aklıma. Evden alelacele çıktım. Bir yandan da yakınlarda yapma çiçek bulabileceğim yerleri düşünüyorum. Neredeyse koşarak sokaklarda dükkân arıyorum. Bulabileceğimi tahmin ettiğim yerlerde aradığım çiçekleri bulamıyorum bir türlü. En sonunda bir ambalaj markette yapma buketler buldum. Normalde saatlerce karar vermezken dakikalar içinde karar verip somon rengi organzeden yapılma bir buketi kapıp çıktım,  son hızla eve geldim.

Bukette ki çiçekleri kesip birbirine ekleyerek halka haline getirdim. Üzerini gümüş rengi kordelalarla süsledim.

Ayy çok şirin oldu ama bu ya…

Tabi bu arada vakit de iyice yaklaştı. Yürüyerek yetişmem mümkün değil. El mecbur minibüsle gideceğim. Aksi gibi de minibüs bir türlü gelmek bilmiyor. Anemon Fotoğraf Dostları gurubundan arkadaşı aradım. Yeni yeni geliyorlar bilgisini aldım ama dakikalar hızla geçiyor hala minibüs yok. “Taksi ile mi gitsem?” diye tereddüt ederken neyse ki minibüs geldi de binebildim.

Yalnız elimde ki taç dikkat çekmeyecek gibi değil. Acele çıkarken bir poşete koysaydım iyiydi. Minibüste millet çaktırmadan elimde ki benim tacı süzüyor. Neyse artık mahcup oldum filan ama Allahtan yol kısa sürdü.


Cumhuriyet Meydanına giden yollar kalabalık. Hemen önümde minik iki kız çocuğu anneleri ile gidiyor. Kızların rengârenk çizgili tütü etekleri,  kordelalarla süslenmiş uzun saçları var.

Meydana geliyorum. Bizim fotoğrafçılar meydana hakim alanlara mevzilenmiş takır takır deklanşöre basıyor. Ortalık rengârenk. Başlarına çiçeklerden yapılmış taçlar takmış kadınlar; çiçeklerle, kordelalarla, bayraklarla süsledikleri bisikletlerine atlayıp gelmişler. Bayram yeri gibi.

-Bütün dünya buna inansa bir inansa hayat bayram olsa.

-İnsanlar el ele tutuşsa birlik olsa, uzansak sonsuzluğa” nağmeleri ortalığı çınlatıyor.

Çalan müziğin coşkusuna katılmamak mümkün değil.  Akın akın meydanı dolduran her yaştan kadın çocuk ve az sayıda olsa da erkekler elleri havada müziğe ritim tutuyorlar.

Ben hala tacımı takmakta mütereddidim. Başlarken planladığımdan daha gösterişli oldu. Ortalıkta “deli kız gibi dolaşmasam mı?”  diyorum, kendi kendime. O sırada Farsça konuşan bir çift elimde ki tacı göstererek bir şeyler söylüyor. İlk başta şaşırarak bakıyorum ama sonra fotoğraf çekilmek için elimdeki tacımı istediklerini anlıyorum.

Memnuniyetle uzatıp tacımla fotoğraf çekilen genç kızı seyrediyorum.

Ay bayağı güzel olmuş aslında. Tacımı geri aldıktan sonra ise ben de başıma geçiriyorum. Etrafımda ki herkes kendini bu coşkuya kaptırmış bana garip bakışlarla bakacak kimse yok.

Program tam saatinde başlıyor. Hükümet binasının önünde dizilen süslü kadınlar, meydanın kuzey ucunda ki Atatürk heykelinin oraya doğru sürüyorlar bisikletlerini. Bizim Anemon Fotoğraf Dostları gurubu üyeleri büyük bir ciddiyetle görevlerini icra ediyorlar. Her biri, farklı farklı açılardan güzel kareler yakalamak için şekilden şekile giriyor.

Alanda kısa bir konuşmadan sonra Süslü Kadınlar,  Kent Park istikametinde pedal çevirmeye başlıyor. Onların alandan ayrılması ile Anemon Fotoğraf Dostları  gurubu hızla toparlanıp arabaya doluşuyoruz. Trafiğe takılmamak için arka yollardan Lale Meydanına varıyoruz.



Tam zamanında gelmişiz. Fotoğrafçılar çekim yerlerine konuşlandıktan  kısa bir süre sonra korteje eşlik eden polis motosikletleri görünüyor, arkasından ise süslü bisikletleri ile süslü kadınlar. Minik bir kız çocuğu annesinin bisikletinin arkasında ki sepette uyuyakalmış. Arkaya düşmüş başında ki kıvırcık saçlar rüzgârda tatlı tatlı dalgalanıyor. “Arabadan in, bisiklete bin” sloganları eşliğinde el sallayarak geçiyor süslüler. Kortejin son bisikletlileri de uzaklaşınca biz yine arabalara doluşup kadınlardan önce Kent Parka yetişiyoruz.

Anemon Fotoğrafçıları yine en uygun gördükleri yerlere konuşlanıp fotoğraf makinelerini hazırlıyorlar.

Biraz sonra kapıdan bisikletler ile beraber;  tüller, şifonlar, çiçekler, papatyalar, güller, uçuş uçuş etekler, floral desenler, kurdeleler, topuklu sitilettolar, sneakerlar, sandaletler;  kadınlarla beraber parkın kapısında arzı endam ederek içeri giriyor. Katılımcılar tüm kimliklerini statülerini anlamlandıran en öncelikli kimlikleri ile varlar. Kadın olmak… Ve onlara en çok yakışan süsleri ile birlikte. Her yaştan her statüden her kimlikten kadın, kendilerini ve bisikletlerini süsleyerek gelmişler.


Kadınlar, bisikletleri ve onlarla beraber süsleri, yemyeşil çimenlerin üzerine yayılıyor. Mavi şifon elbisesi ve gülen yüzü ile Manisa organizasyon başkanı Özlem Hanım mavi bir bulut gibi bir orada bir burada parlayarak dolaşıyor, organizasyona son dokunuşları yapıyor. Manisa Kent Parkta ki düzenlemelerle de tamam. Ve organizasyonun son ayağı olan dans gösterileri ve halk oyunları ile yavaşça batmaya meyleden güneş selamlanıyor.

Program bittikten sonra da çimlere yayılan, dans etmeyi bir türlü bırakamayan kadınların coşkusu davam ediyor.

***

Etkinlik ilk önce 2013 yılında başlıyor. Amacı “kadın ve özgürlük” temasına dikkat çekmek. Peki, ilk nerede yapıldı dersiniz?

Tabi ki İzmir.

 İzmir’de sosyal medya üzerinden organize olan 300 kadın Konak meydanında birkaç tur atarak bu geleneği başlatıyor. Sonra ki seneler dalga dalga yayılıyor ve başka ülkelere de ulaşıyor. 2018 yılında Avrupa’da bazı şehirlerde de düzenleniyor ve 2019 yılında Copenhagenize Index 2019 da en başarılı vatandaş etkinlikleri arasında gösteriliyor.

Bu sene ise bu güzel etkinlik 32 ülke ve 200 şehirde düzenlenir hale geliyor. Artık her Eylül ayının üçüncü Pazar Günü süslü kadınların günü.

Geçen sene organizasyonu kaçırıp fotolarla teselli olmuştum. Ne mutlu ki bu sene bu coşkunun içinde organze şakayık tacımla beraber yer aldım. Amatör de olsam fotoğraflar çekebildim Gelecek sene için ise hedefim bir bisiklet sahibi olmak.

Küçük Emrah sesiyle diyorum. Siz de öyle dinleyin.

-Ama amca benim hiç bisikletim olmadı…

Bisiklet sahibi olmaktan daha önemli olan ise bisiklet sürebilmek elbette. Yapabilir miyim bilmiyorum.

Olsun yapılacaklar listeme alayın ben yine de.

 

 

 

 

6 Ağustos 2022 Cumartesi

BİR ZAMANLAR BURALAR HEP DUTLUKTU…

DUT GÜZELLEMESİ

Manav tezgâhları rengârenk çiçek bahçesi gibi. Önünde şöyle bir durup seyrettim bir müddet. İki çeşit kiraz, üç farklı kayısı, çilek, şeftali, yenidünya, nektarin…

Cennete düşmüş gibiyim. Önce uzun uzun seyrediyorum meyveleri.

Aa neler görüyorum…

-Karadut mu o?...

Evet ya ta kendisi. Avuç içi kadar plastik kâsenin içinde ışıl ışıl yanıyorlar.

-Abi dut ne kadar?

-Kâsesi 25  lira abla.

-Kardeş yarım kilo bile yok ne bu fiyat?

-Abla ta Mardin’den geliyor. Dayanmıyor ki. Olsun o kadar…

Manav haklı, olsun o kadar. İki kâse alıp geliyorum. Gelirken apartman önünde ki dut ağacından birkaç yaprak koparayım diye uzanırken… Birkaç beyaz dut gülümsüyor yaprakların arasından. Uzanıyorum, parmaklarımın üzerine kalkıp var gücümle ulamaya çalışıyorum nafile. Ben uzandıkça Tantalos’dan uzaklaşan meyve dalları gibi uzaklaşıyor, çapkınca gülümseyen beyaz dutlar. Bir taş parçası buluyorum taa öbür kaldırımdan. Getirip ağacın dibine yaslıyorum. Üzerine çıkıp yeniden uzanıyorum ama. Yok, yine olmuyor. Yerde ki bir dal parçası ilişiyor gözüme. Alıp dutları dürtüyorum. Hah şimdi oldu. Bir kaç tane dut dökülüyor yere. Toplayıp avucuma alıyorum. Ezilmemesi için avucum yarı açık eve geliyorum.

Allah’tan Sokak tenhaydı da gelen geçen olmadı. Yoksa “yazıık, deli her halde “ filan diyebilirlerdi.

Amaan olsun ya. Ben bir avuç dut buldum ya…

Bu dutlarla benim ayrı bir hukukum vardır. Daha doğrusu dut ağaçlarıyla. Apartmanımızın hemen yanında ki metruk yer evinin bahçesinde, dalları göklere uzanan devasa bir dut ağacı vardı. O devasa ağacın sadece birkaç dalının ucu sokağa sarkar, sarkan bu dallardan arada patır patır dutlar düşerdi.

Şimdi dut meyvesinin raconu dalından yemek. Yere düştüğü an kesinlikle berelenir anında yere değen tarafı kararır. Eğer hemen yerden toplanmazsa da ne kadar karınca, sinek varsa üzerine doluşur yemek mümkün olmaz…

İşte o sarkan dallardan arada patır patır yeni dökülen dutlara denk gelirsek değmeyin keyfimize.

Ayy… mikropp… Yok, canıım o da ne?  Mis gibi dut işte.  Çok çok tişörtünün koluna ya da beline siler yersin afiyetle.

O metruk evden sarkan dallarda ki dutlar daha fazla canımızı çektirirdi. Hemen karşı komşunun bahçesin de de var ama hiç durmadan gidip izin istemesi mesele. Çekinirdik tabi. Eğer annemle misafirliğe gidersek hemen dürtmeye başlardık. Annemiz izin alsın. Annelerimiz izin alınca yanından öyle bir fırlardık ki arkamızda çizgi filmlerde ki gibi toz kalkardı. Tamam, izin çıktı da dallar yüksekte. Aşağıdan uzanabildiğimiz bir kaçını koparıp doğru kömürlüğün damına. Tabi çıkması da kolay değil. Önce sandalye oturak sepet vb. bilumum bir şey bulup onları üst üste dizip gayet dikkatle tırmanacaksın ki düşmeyesin. Tabi çıkamayan küçüklere ablalık yapmak lazım. Küçükler aşağıda tişörtlerinin yenini veya eteklerini yukarı doğru açar beklerlerdi. Biz yukarı çıkan cesur(!)  ve kocaman (!) ablalar abiler topladığımız dutları aşağıda bekleşen miniklerin açtıkları yenlerine denk getirmeye çalışarak aşağı atardık. Orada da ulaşabildiğimiz dutlar bitince ellerimiz yüzlerimiz yapış yapış iner doğru bahçedeki tumbada ellerimizi yüzümüzü yıkardık.

O tulumbadan su çekmesi ayrı bir eğlence tabi. Bir komşumuzun da kuyusu vardı. Ne kadar korksak ta karanlık kuyunun dibinde parlayan suyun cazibesine karşı koyamaz, komşu teyzenin görmez tarafından kovayı kuyuya salar, çıkan sesi dinler, sonra da çıkrıkla yukarı çekerdik.

Şimdi düşünüyorum da annelerimiz mi daha cesurdu yoksa biz mi? Onca sene hiç bir çocuğun burnu bile kanamadı. Sadece iki üç sefer beni arı soktu o kadar. Onu da hak ettiydim. Ne işin var da arı yuvasına çubuk dürtersin be evladım…

Yakınlarda ki tarihi küçük bir caminin bahçesinde ise iki tane kocaman karadut ağacı vardı. Ya işte oraya gitmek tehlikeli iş. O karadutların lezzeti başka ama. Hafif mayhoş çokça tatlı o lezzet kendine çekerken girmeden dur bakalım. Gizlice giderdik. Dönerken ellerimizi yüzümüzü iyice yıkardık ama elbiselerdeki lekeler bizi ele verirdi tabi. Artık temiz bir dayak garanti. Ne yapsın annecağızlar merdaneli makinelerle çamaşır yıkamak kolay mı? Bir de ne yapsan da o karadut lekesi çıkmaz. Ama Allah için annem bir sefer bile üstümü kirlettim diye vurmadı.

Yazları gittiğimiz köyde ise babaannemin dut ağacının çatalı oyun alanımız da. İlk kapan oyun boyunca oranın sahibi olurdu. Ama o ağaçtan hiç tatlı bir dut yediğimi hatırlamıyorum. Ya daha olgunlaşmasına fırsat vermeden ham dutları kopardığımız için ya da dur ağacı düzgün meyve vermediği için böyle tombul bir beyaz dur görmedim. Buna karşın ananemin dut ağacı iki başparmağım büyüklüğünde iri sulu lezzetli dutlar verirdi ya... Bu ağaca da çıkması mesele. Ağaca ulaşmak için dallardan yapılmış bir sundurmanın üzerinde geçmek gerekirdi. Kalın dalların arasında ki üzüm çubuklarının paçalarımıza takılarak yırtması ihtimalini göze almak gerekirdi bi kere. Olsun ya o dutlar azara da cezaya da değer di valla…

Bunca sene sonra şimdi bile, Manisa'nın eski mahallelerinde nerede hangi ağaç vardı, gözlerimi kapatsam görürüm. Artık o dut ağaçlarının yerinde yeller esse de hangi apartmanın yerinde hangi ağaç vardı yerini çıkartırım. Haa o cami bahçesinde ki kocaman dut ağaçları hala duruyor. Çocukken bize dev gibi gelen o ağaçlar hala dev gibi kocaman. Çocukluk yanılsaması değilmiş yani.

Bu dut ağaçlarının bilinçaltımda bu kadar yer etmesinin bir başka sebebi daha var.

İpek böceği…

Birkaç sene ipekböceği büyüttüm. İnce beyaz iplere benzeyen ipekböceklerini daha minicikken alırdık. Kim den alırdık kim nasıl yumurtalardan çıkarır da satardı hatırlamıyorum. Zira o haşhaş tohumuna benzeyen yumurtaları çok sakladım ama onlardan hiç ipek böceği tırtılı çıkmadı. Tırtıllar taneyle satılırdı. Hatta bir sene tırtıl almak için pullarımı satmış onun parasıyla almıştım. Aldığımız bu tırtılları dut yaprakları yerleştirdiğimiz kutuya koyar iştahla yemelerini seyrederdik. Yaprağın bir ucundan yemeye başladığı yerler testere ile kesilmiş gibi diş diş oyulur. Oyuldukça da tırtıllar büyürdü. O minik tırtıllar yedikçe hızla büyür tombul birer tırtıl olurdu. Boğum boğum beyaz üzerinde ikişerli sırayla benekleri olan o tırtılları ellerimize alır birbirimize gösterir kiminkinin daha büyük olduğuna bakardık. En ufak bir böcek ya da sinek konsa feryat figan eden çıtkırıldım kızlar bile bu tırtıllardan korkmaz tiksinmez ellerinde gezdirirdi.

İşte bu dönem bizim için de sancılı bir dönemdi. Tırtıldan yavrularımızı beslemek için her daim taze dut yaprağına ihtiyaç var. Her gün komşu kapısını aşındırıp dut yaprağı istemek olmaz. Ayıp diye bir şey var. Fırsat bulunca biraz fazlaca yaprak toplar buzdolabının sebze gözüne koyardım. İki üç güne bir darladığım babam, bana kıyamaz öğretmenlik yaptığı okulun bahçesinden bana dut yaprağı getirirdi.

Kimin evladı ise o baksın değil mi? Besleyemeyeceksen tırtıl yapma kardeşim… Napsın adamcağız tırtıldan torunlarını beslemek zorunda kalırdı işte…

Tırtıllar iyice tombullaştıktan sonra yarı bellerine kadar başlarını kaldırıp sağa sola dönüyorlarsa koza yapma zamanı gelmiş demekti. Bu sefer kutuya teze dut yaprakları değil ipek ipliklerini tutturabilecekleri ince dal parçaları koymak gerekliydi. Geniş daireden ipliklerini dallar tutturan tırtıl, kendi ekseni etrafında dönerek kozasını örmeye başlar, birkaç gün sonra iri yerfıstıklarına benzeyen kozalar tamamlanırdı. Tabi bu kozaların rengi de önemli. Sarı koza daha az olduğu için daha değerli gelirdi bize. Onun için koza örmeye başlayan tırtılı dikkatle inceler adeta şeffaf o ipçiklerin hangi renk kozaya dönüşeceğini tahmine çalışırdık.

Bir müddet kozada istirahat eden tırtıllar kelebek olarak kozayı deler çıkardı. Koçboynuzuna benzer antenleri olan bu beyaz kelebeklerin, küt kanatları olurdu. Uçmayı bırakın yerinden bile kıpırdamayan bu kelebekler, bir süre sonra çiftleşir, az zaman sonra da haşhaş tohumuna benzeyen bir sürü yumurta bırakır ve ölürdü. Ölen bu kelebekleri de atmaya kıyamaz yumurtaları ile beraber saklardık. Ta ki annelerimiz bu hazinelerimizi bulup da atana kadar.

Ayy ne kadar derinlere daldım. Kalkayım da şu kara kızanlarımdan bir dut reçeli kaynatayım…

Reçelden başka bir de karadutlu çizkek yaptım kii… Nefis oldu… Ama şekil şükülü biraz kayık oldu diye fotoğrafını çekmedim. Görsellik ve sunum olmadan olmaz demeyecekseniz buyurun efendim beraberce yiyelim…

 



 

17 Nisan 2022 Pazar

LEYLAKLAR AÇMIŞ GÖRDÜN MÜ?...

 


SEVGİLİ LEYLAKLARIM

Sevgili günlük bugün çok mesudum…

Günlük tutsaydım bugün yazmaya böyle başlardım. Ortaokul dönemlerimde ki birkaç başarısız denmeyi saymazsan hiç günlük tutmadım. Öyle olunca da sevgili günlük diyemiyorum ama… Bak bunu diyebilirim…

Sevgili bloğum bugün çok mesudum…

Yukarıda gördüğünüz leylak demeti var ya? Tam üç senelik bir özlemin nihayete ermesi demek.

Birkaç sokak aşağıda iki katlı bir evin yanındaki arsada bir leylak ağacı ile erik ağacı var. İşte üç senedir leylaklar açtığı zaman o leylak ağcının etrafında kedi gibi dolaştım. Kapıda pencerede bir Allah’ın kulunu görsem, ağacın sahibini sorup izin isteyeceğim. Ama yok… Yok… Kimseler yok…

Ağacın sahibi var mı onu da bilmiyorum aslında. Zira bahçemsi o arsaya evden açılan bir kapı vs. yok. Kapı sokak tarafında kalıyor. Sahipsiz bir ağaçtır diye düşünmeme ise, arsanın etrafında ki iki sıra tuğladan örülen duvar mani oluyor. İzinsiz koparabilmem mümkün değil.

Her leylak zamanı aşeren kadınlar gibi canım leylak çekti. Mübarek çiçekçide satılan bir şey de değil ki gidip alayım. Beyaz dut gibi narin o da. Pazarlamaya gelen bir ürün değil.

Bu leylak aşkı çocukluk günlerimden kalma. Biz apartman çocuğu idik ama etrafımızda bolca bahçeli yer evlerinin olduğu sokaklarda büyüdüm. Sarmaşık gülleri ve hanımelleri ile kaplı kapılardan girilen yer evlerinde oturan komşularımız ikindi serinliği çöktüğü zaman bahçelerini yıkarlardı. Çoğunlukla leylak, erik, dut ağaçlarının olduğu o bahçelerde ağaçların altında aslanağzı, akşamsefası, katırtırnağı çiçekleri açar, beyaz kireç boyalı saksılarda ortancalar, güller karanfiller, yaz akşamlarını baygın kokulara boğarlardı. Ha gerçi ortancanın öyle baygın kokusu yok tabi.

Her neyse biz oturduğumuz apartmanın balkonundan etraftaki bahçeleri seyreder, komşu çocukları ile laflar, akşamüstü ise aşağı inerek oyunlarına katılırdık.

İşte o zamandan beri, modern apartman bahçelerinde ki ithal çam ağaçlarını, çimleri, begonvilleri ismini bilmediğim çiçekleri de sevsem de esas sevdam o doğal samimi kendiliğinden oluşmuş gibi görünen Manisa’nın yer evlerinin bahçeleriydi.

Neyse işte  corona döneminde evde  geçirilen günlerde tembelleşen kaslarımı açmak için uzun uzun yürüyüşe çıkıyorum. Bir gün  yürüyüşten dönerken gözlerime inanamadım. Sevgili leylak ağacımın yanında ki o evin penceresinde yaşlı bir amca. Pencereye koyduğu kırlente kollarını dayamış etrafı seyrediyor.

Koştum hemen, boynumu büktüm ,”amca leylak toplayabilir miyim”  diye rica ettim en yalvaran sesimle. Amca o tatlı şivesi ile

-Gopaa gızım,bi gaç dene; dedi.

-Ah amcam bana dünyaları bağışladın ya sen.

Hemen bahçeye daldım. Uzanabildiğim dallardan biraz kopardım. Amcadan utanmasam bi kucak toplayacaktım ya. Daha fazlasına yüzüm tutmadı.

Döndüm, iki senedir bahçesine dadandığım, kentsel dönüşüm için yıkılan evin bahçesine. İsmini bilmediğim bu sarıçiçekleri topladım. Sonra bugün ki sürprizi tamamlayan gelincikleri gördüm. Orda burda tek tük açan gelincikleri talan edip, dönerken yaparım diye düşündüğüm alışverişi filan unutup eve koştum.

Mutfak tezgâhına yaydığım çiçekleri, su doldurduğum kocaman bir bardağa, bir Victoria asilzadesi Leydi özen ve zarafeti ile dizdim. Leydi J filminde gördüm de çok özendiydim. Leydi, hizmetçilerinin topladığı çiçekleri pahalı porselen vazolarının içine dizerek düzenleme hazırlıyordu.

Su bardağından bozma vazomun içinde ki çiçek buketimi sehpaya koyup karşısında ayaklarımı uzattım, böğürtlenli çiizkek yiyerek kahve içiyorum şimdi.

22 Şubat 2022 Salı

MANİSA KANDİLLERİ

Yaşlı bir Hacı Amcanın telefon zilini çocukları oyun havası şeklinde ayarlarlar. Cep telefonlarının yeni yeni yaygınlaştığı polifonik telefon zillerinin çok rağbet gördüğü zamanlar. Yaşlı amca teknolojiden telefondan anlamadığı içi zil sesini değiştiremiyor. Muhtemelen çocukları da muziplik olsun diye değiştirmiyorlar.

Zavallı Hacı Amca her telefon çalınca “estağfurullah… Estağfurullah” diyerek telefonu açıyormuş.

Manisa ile ilgili şimdiye değin yazdıklarıma bakınca ben de Hacı Amca gibi estağfurullah deme ihtiyacı hissettim. Mitolojik hikâyeler eski Yunan Tanrıları onların arasında geçen mücadeleler savaşlar filan tabi bizim itikadımıza göre olmayan şeyler.

Bende Estağfurullah deyip arkası arkasına gelmeye başlayan mübarek kandil gecelerinde ki Manisa’nın geleneklerini anlatayım bari.

Kandil deyince biz çocuklar için en akılda kalan şey boğaz meseleleri oluyor haliyle. Kandil gecesi olduğunu başka türlü fark etmesek te konu komşuya dağıtılan pişiler mübarek bir gece olduğunu hatırlatırdı biz çocuklara. Anneler koca leğenlerle hamur yoğururdu öğle üzeri. Pişi iki farklı şekilde yapılırdı. Birisi Bol yağda pişirilen ortası delik halka şeklinde olan içi boş pişi. Diğeri küçük yuvarlaklar halinde açılan hamur bezelerinin ortasına peynir ve maydanoz konularak yapılan dolu pişi. Öğleden sonra dağıtılmasının sebebi de o günü oruçlu olarak geçiren komşulara akşam iftarlarında çok soğumadan yetişmesiydi.

Bu pişileri dağıtmak da yine genellikle çocukların göreviydi. Pişi yapan evin  çocuğu öncelikli vazifeli olsa da komşu çocukları da bu önemli göreve eşlik eder, bir alay çocuk kapı kapı dolaşarak beraberce dağıtılırdı. Önce annenin selam söylenir, komşuların kandilini tebrik ettiği iletilir buna mukabil de pişiyi alan komşu “Allah hayrınızı kabul etsin sen de annene selam söyle” derdi. Pişi genelde o senelerde yaygın olan çinko tabakların içinde dağıtılır içinde ki pişiler boşaltılıp tabak geri verilirdi.

Şimdi sokaklarda yaygın olarak dağıtılan lokma ise o zamanlar, şimdiki gibi makineler yardımı ile değil elle açılarak pişirilirdi. Lokma vefat eden kimselerin arkasından evlerinin önünde hayır olarak dağıtılan başka bir gelenekti.

Büyükler çoğunlukla bu günlere oruçla başlar biz çocuklarda yakında gelecek olan Ramazan oruçları için hazırlık babında yarım günlük oruçlarla Kandil günlerini ihya ederdik.

Kandil günlerini çocuklar için daha da güzelleştiren gelenek ise sokaklarda dağıtılan kandil helvasıydı. Bu helva bildiğimiz helva değil bol susamlı beyaz şekerden yapılan bir tatlıydı. Su şeker limontuzu ve çöven otu ile pişirilen ağdalanmış helva uzun süre döverek beyazlatılır bolca kavrulmamış çiğ susamın üzerine incecik yayılarak rulo yapılır sonra 4-5 santim genişliğinde kesilerek tüketime hazır hale getirilirdi. İşinin ehli ustanın yaptığı kaliteli kandil helvası çıtır çıtır tazecik olmasından belli olurdu. Bu kandil helvalarını ise genelde yaşlı amcalar sokak sokak dolaşarak sokakta oynayan çocuklara dağıtırdı.

Tabi söylemeye gerek yok ne kadar dikkatli yesek te yapış yapış olan ellerimizi ise en yakında ki yayla suyu çeşmesine giderek ya da bahçesinde tulumba olan evlerden birinde sıra olarak yıkardık. Tulumba başında  sıra için birazcık itiş kakış olması da vakayı-ı adiyeden olan işin tadı tuzuydu.

Akşam ezanı ile beraber camilerin minarelerinde ki ışıklar yanar okunan ezanı çocuklar iftarı bekleyen anne babalarına koşarak haber verirdi. Anne babalar duymuyor mu? Tabii ki de duymamaları mümkün değil ama işin raconu çocukların sokakta bekleyip, minarenin ışıkları yanınca koşarak bağıra çağıra haber vermesiydi. Sultan Camii Muradiye Camii Hatuniye Cami gibi büyük ve çift minareli camilerde ise minareler arasında kandili kutlayan ışıklı mahyalar kurulurdu.

Yine kandil gecelerinde genellikle büyük camilerde bazen de mahalle aralarında ki küçük camilerde mevlit okunurdu. Okunan mevlidin sözlerini anlamasalar da çocuklar mevlit okunan camilere büyükleri ile beraber gitmek için yalvarırlardı. Aslında çocukların ne için gitmek istediklerini bilseler de büyükler yine de peşlerine rica minnet takılan çocukların ellerinden tutup camiye götürürdü.

Camiye gitmek istemenin en büyük sebebi ise arada büyükleri ile beraber gelmiş diğer mahalle çocukları ile cami avlusunda koşup oynamak  ve dağıtılacak olan akide şekeri kandil helvası gibi ikramlardan hatta belki şanslı günlerinde iseler hayır için dağıtılan harçlıklardan toplamaktı.

Tabi çocukların niyeti eğlence ve boğaz olsa da aslında o mübarek günlerin coşkusu onların bilinçaltına böylelikle işlenirdi.

            Camiye mevlit dinlemek için gelen amcaların teyzelerin dikkatleri dağıtan gürültüler kesilsin diye  “piştt susun bakayım”  ikazları arasında kâh kıkırdaşarak kâh cami avlusuna kaçarak eğlenen çocukların,  gecenin ilerleyen saatlerine  doğru uykuları gelerek başları öne düşmeye başlardı. Gecenin sonunda büyüklerinin ellerinden tutup ayaklarını sürükleyerek yarı uykulu evlere dönülür ve derin bir uykuya dalınırdı. 


7 Şubat 2022 Pazartesi

MANİSA'NIN BAHTSIZ BEDEVİSİ "TANTALOS"

 

TANTALOS

Spil neredeyse Olympos Dağı kadar Yunan Mitolojik Kahramanlarının hikâyelerinde yer alan bir dağ. Mitolojide ki birçok hikâye Spil dağında geçer.

Daha önce hikâyesini anlattığım Ağlayan Kaya Niobe’nin babası Tantalos'u da anlatalım isterseniz.

Tantalos Tanrı Zeus’un Plouto isimli bir Nympha’dan olan oğlu. Nymphalar nehir perileri ve Plouto da muhtemelen Sart çayı kenarında yaşayan bir peri. İşte bu Tantalos Frigya halkı ile beraber Spil dağında yaşar ve Batı Anadolu’ya uzanan ülkesini buradan yönetir. Spil boydan boya bağlık bahçelik olmakla beraber aynı zamanda çok zengin maden yataklarına da sahip olan efsanevi bir yerdir. İşte burada yaşayan Tantalos bir ölümlü olmasına rağmen babası ‘Zeus’un torpiliyle tanrıların şölen sofralarına oturur onlarla göksel besinler olan nektar yiyip Ambrosia içer. Bu durum onu oldukça şımartır.

Bir gün tanrıları Spil üzerinde olan sarayına davet ederek büyük bir ziyafet verir. Aslında bu ziyafetin ardında ki gizli niyeti Tanrıları sınava çekmektir.

Oğlu Polops'u öldürerek parçalara ayırır büyük kazanlarda haşlayıp ziyafet sofrasında ki tanrılara sunar. Tanrılar durumu anlayıp sofradan ellerini çekerler. Ama kızı bahar tanrıçası Persephone, Hades tarafından kaçırılan Tanrıça Demeter, üzüntüsünden dolayı oldukça dalgındır dalgınlıkla bir parça eti yer.

Tanrı Zeus bu küstahlığa çok kızmıştır. Pelops’u yeniden diriltir. Lakin Demeter’in yediği omzuna gelen kısım boşta kalır. Bu duruma çok üzülen Demeter, hatasını telafi etmesi için demirciler tanrısı Hephaistos’ ricacı olur. Hephatios Pelops’sa fildişinden bir omuz yapar. Daha sonra Pelops’u Atina’ya gider burada Hükümdarın kızı Hippodamia’ya âşık olur ve babasını at arabası yarışlarında yenerek kızını almaya hak kazanır. Bu olay antik olimpiyat uyumlarının başlangıcı olarak kabul edilen rivayetlerden birisidir.

Tantalos'a dönersek. Zeus’un gazabına uğrayan Tantalos ibreti âlem için müthiş bir şekilde cezalandırılır. Dalları yerler kadar uzanan bir ağacın kenarındaki bir göle hapsedilir Tantalos. Lakin acıkınca meyvelere uzanır ama meyve dolu dallar göğe yükselir. Çok susar su içmek için göle eğilir bu seferde gölün suları çekilir. Ve bu ceza sonsuza kadar devam eder.

İşte varlık içinde yokluk yaşamayı anlatan bir deyime dönüşür “ Tantalos işkencesi “

***

Tantalos’un hikâyesini Homeros, İlyada Destanında epik bir dille anlatır.

Tantalos’u gördüm, korkunç işkenceler çekerken:

Duruyordu bir gölün içinde ayakta,

Yüksele yüksele çıkıyordu su çenesine kadar,

Ama içmek için davrandı mıydı, damlasını alamıyordu suyun.

İhtiyar adam eğiliyor, eğiliyor, eğiliyordu,

Su da çekiliyor, çekiliyor, yok oluyordu emen toprakta,

Ve bir çamur peyda oluyordu ayaklarının dibinde kapkara,

O saat bir Tanrı kurutuveriyordu gölü.

Yemişler sarkıyordu başının üstünde dallı budaklı ağaçlardan

Armutlar, narlar, pırıl pırıl elmalar,

Ballı incirler, tombul zeytinler sarkıyordu,

Ama ihtiyar adam, koparayım diye ellerini uzattı mıydı,

Bir yel geliyor, savuruyordu onları kara bulutlara.

***

Eh ne diyelim  Allah, biz ölümlüleri bu Yunan Tanrılarının şerrinden korusun. Adamlar sevdiklerini acı çekmesin diye taş yapacak kadar manyak, sevmediklerine türlü türlü işkenceler icat edecek kadar da acımasız.

 

23 Aralık 2021 Perşembe

ODA DOLUSU OYUN


Zemheri zamanına girdik. Yılın en soğuk zamanları. Hadi gel de evden burnunu dışarı çıkar bakalım. Sokaklarda oynayabilmek ne mümkün? Diyelim ki "zemheri zürefası" gibi sokağa çıktın da sokakta oynayacak çocuk yok.

Ee ama çocuklara oyun olsun. Her halükarda oyun oynama becerisine sahipler.

Kış gelip de sokağa çıkmak mümkün olmayınca evin odaları bizim için birer oyun bahçesine dönüşürdü. Ayrıca oyuncağa gerek bile kalmadan odanın normal hali bir sürü oyun için müsait alanlardı.

Bu oyunların birçoğu yaramazlık kapsamına gireceği için en mükemmel zamanlama misafirlerin geldiği günlerdi. Misafirlerin yanında anneniz kızamaz. Sonra sanki misafir çocuğu istiyormuş gibi isteklerinizi ona söyletirseniz tamamen koruma çemberine girersiniz. Öyle ya siz istemediniz ki, misafir çocuğuna ev sahipliği yaptınız.

Eh hadi diyelim tolerans gösterilecek çizgiyi de aştınız o zaman misafirler gitme hazırlığına başlayınca yorgunluktan uyuyup kalmış numarası sizi sıkı bir azardan ya da hafif bir dayaktan korurdu.

Bizim evdeki en eğlenceli ilk oyuncak, annemin pedallı dikiş makinesiydi. Her genç kızın rüyası, Zetina dikiş makinasından bizim evde de vardı bir tane. Yalnız dikiş makinası ile oynayabilmek için pedallı olması gerekir ki makine ile pedal arasında ki lastiği çıkarıp tıkır tıkır pedalı çalıştırabilesiniz. Dikiş makinaları kullanılmadığı zaman genellikle lastiği çıkarılıp yuvasına yatırılır, üstüne de kaneviçe işlemeli bir örtü serilirdi.

Bu durumda ki bir makine ile bir kaç oyun oynamak mümkün. Taksicilik oynanır mesela. Müşteri olan çocuk pedalın üstüne oturur,  şoför de lastiği çıkarılmış olan yandaki çarkı çevirerek müşteriyi maksudu mahalline ulaştırır. Yalnız o lastiğin çıkarılması çok önemli, makinanın başı ile çark arasında ki lastik çıkarılmazsa makine çalışır ve muhakkak iğnesi kırılır. İşte o zaman cezadan kaçmak mümkün olmaz.

Sonra kanaviçe makine örtüsü altına girerek korku hikâyeleri ya da masallar anlatılabilir. Saklambaç oynarken makinanın altına girip örtünün altına saklanılabilir. Yani aklı evvel çocuklar odada bile saklambaç oynar da nereye saklanabilirsin. Ya divanın altı ya da masanın altı. Orda ki işin raconu ilk bulunan olmamak. Yoksa ebelik kaçınılmaz.

Ha!  Evet… Divanlar. Önemli bir oyun aracı daha. Dediğim gibi saklambaç oynanabilir. Arka arkaya dizilip oturarak dolmuşçuluk oynanabilir. Artık sizin hayal gücünüze kalmış. Çocuklardan biri önde tek başına oturarak şoför olur. Binen yolcular hayali bir parayı uzatır, şoförde hayali para üstünü verir. Ha bu arada, hayali diyoruz ama bu hareketlere dublaj da yapılırdı. Mesela yolcu “çıkır çıkır” diye bozuk para uzatır şoförde aynı şekilde para üstünü “çıkır çıkır” diye verir. Sonra da “çıkırt çıkırt” diye kontak anahtarını çevirip “vırn vırn” diye yola çıkılırdı. Diğer çıkarılacak ses efektleri ise şoförün ve yolcuların hayal gücüne ve becerisine kalmış.

Sonra yastıkları ve örtüsü ile mükemmel çadır kurulabilir. Ya da yastıkları duvar gibi dizer üzerine de yastık örtülerini, divan örtüsünü sererek oda inşa edebilirsin.

Divanın altında da genellikle katlanmış çamaşırların olduğu plastik sepetler olurdu. İşte o sepetler içindeki çamaşırları bir kenara boşaltınca birer araba olabilir. Ya da küçük kardeşini içine koyup kenarından iterek yaptığın bir kızak. Hatta bir arkadaşım kıskandığı yeni doğan kardeşini o çamaşır sepetine koyup üstüne de çamaşırları örterek divanın altına saklamış zavallı bebeyi. Uyanıp ağlayana kadar da bulamamışlar.

Çok eğlenceli bir şey daha var. Kovalı sobalar çıkmadan önce ızgaralı sobalar vardı. O sobaların yanında, küllerin ızgaradan aşağı dökülüp en altta ki boşaltma haznesine dökülmesi için ucu yuvarlak kalın bir demir çubuk olurdu. İşte bu çubuğu ileri geri iterek küllerin aşağı dökülmesini izlemek pek keyifli olurdu. Şimdinin kar kürelerini alt üst edip uçuşan karları izlemek kadar zevkliydi uçuşan külleri izlemek. Ama bunu görebilmek içinde sobanın ön alt kapağını açmak gerekli ki işte bu biraz riskli bir durum. Eğer soba kızgın ise el yakma tehlikesi var. Bir tencere tutacağı ile falan tutmaya kalkarsanız da kumaş olan tutacağın yanma ihtimali söz konusu. İşte bayağı bir dikkatli olmak lazım.

Sobaların eğlencesi bitmek bilmez. İyice kızan sobanın üzerine portakal kabuklarını dizip kokusunu içine çekmek mükemmel bir eğlence. Sonra her daim sıcak su için soba üzerinde su dolu olarak hazır bekleyen alüminyum güğümden, su kaynadıkça kızgın sobanın üzerine damlayıp cozurdayan suların sesini dinlemek de pek keyifliydi. Merdaneli makinada yıkanan çamaşırlardan damlayan sular da coss cosss diye kızgın sobanın üzerine damladıkça, huzura eşlik eden bir melodi gibi ses çıkardı çıtırdayarak yanan sobadan.

Ha bak yaramaz çocuklar sobadan çıkan ses efekti için bir miktar tükürmüş de olabilir ama bu durumda onları kesinlikle ispikleyen başka bir çocukta olurdu.

-Anneee Meemed  sobaya tükürdüüü…  nidasını duyan anne, Meemedin  kulağına yapışırdı.

Ay olsun! kulak acısından noolcak. Meemed ilk fırsatta yine ses efekti çıkarmaya devam eder.

Ay! bak eğlenceli bir başka oyun daha vardı. Gece yatmadan önce yorgan yastıklar ısınması için önceden odaya alınırdı. Zira yatak ve yastıklar başka bir odada musandıra içinde, buz gibi olduğu için yatmadan önce bir miktar ısınması gerekirdi.

Musandıra ne mi?

Tabi bunu ancak Manisalılar bilir. Musandıra, evin en küçük odasında olan sabit bir dolabın adıydı. Sabah olunca toplanan yastık yorganlar bu dolaplara kaldırılır gece ise yeniden çıkarılırdı. Tabi şimdiki gibi her çocuğun bir odası ve yatağı olmadığı için divanların üzerine yatak serilir tek sobalı odada tüm kardeşler beraber yatardı.

İşte odaya getirilen bu yastık yorganlar üst üste yığılarak ortaya bırakılır bir miktar ısınması beklenirdi. Bu sırada ise bunların üzerine yüz üstü atlayıp onlarla beraber kaymanın keyfi… Böyle vıjjdd diye kayar duvara toslarsın. Tabi darma dağınık olup ezilen yorgan yastıklardan dolayı ise azar kaçınılmaz.

Amaan nolcak ya bi azardan…

Yataklar ısınıp serildikten sonra ise yatağa girer yorganı boğazına kadar çeker uykuya dalana kadar sobanın tavana yansıyan alevlerinin yalımları izlersiniz. Eğer bu sırada masal anlatan bir abla ya da anne olursa değmeyin keyfinize. Bir yandan alevleri izlerken ağırlaşan göz kapaklarını açık tutmaya çalışır, yarı uyur yarı uyanık bir halde anlatılan masalın içine dalar gidersiniz…

Eğer uykunuz gelmedi ise başka bir oyun daha var. Sobanın duvara yansıyan ışıklarına karşı ellerinizle yapacağınız gölge oyunu. İki elinizin baş parmaklarını üst üste koyup diğer parmaklarınızı kanat şeklinde açınca kuş gölgesi yansır duvara ya da baş ve işaret parmaklarınızı bir yuvarlak oluşturacak  şekilde birleştirip diğer parmaklarınızı diker uygun bir açıyla duvara yansıtır iseniz bir tavşan.

Aman aman hayali bile ne güzelmiş o günlerin…



Çizimler İranlı ressam Ali Miri'ya ait. O kadar güzeller ki...

21 Eylül 2021 Salı

MANİSA'NIN YAYLA SULARI


Manisa’ya tayin olan memur bir karı koca bir ev kiralar ve şehre taşınırlar.  Birkaç hafta geçer geçmez bir gece yarısı kadın duyduğu sesler üzerine gözlerini açar. Salon penceresine yanaşıp perdeyi yavaşça aralayıp dışarı bakar. Sokakta allı pullu elbiseler giymiş bir gurup kadın ellerinde ki tef ve dümbelekleri çalıp türküler şarkılar söyleyerek geçmektedir. Sokak lambasının direğinin dibini bile zor aydınlatan sarı ışığı altında gördükleri ödünü patlatır. İşte bu garip ve süslü kadın alayının ortasında ise yüzü pullu bir örtü ile örtülmüş iki koluna iki kadının girdiği bir genç kız yürümektedir.

Gördüklerinin dehşeti içinde kalan kadın panikle yatak odasına koşar, kocasını sarsarak uyandırır.

-Bey bey kalk Deccal çıkmış der.

Zavallı adamda uykudan sarsılarak uyanmanın sersemliği ile yataktan fırlar. Bu ikisi sabaha kadar korkuyla güneşin doğmasını beklerler.

Doğru mudur değil midir bilmem ama anlatılan bu  olay aslında Manisa’nın bir kına gecesi âdetine dayanıyor. Bu âdeti hala uygulayan kaldı mı bilmiyorum ama kına gecesinde kadınlar kendi aralarında oynar eğlenirler. Çerezler yenir şerbetler içilir. Gecenin sonlarına doğru gelin kızın çevresinde arkadaşları ellerinde üzerine mum dikilmiş kına tabağı ile  “yüksek yüksek tepelere “türküsünü söyleyip etrafında dönerek gelini ağlatmaya çalışır. Sonrasında gelin ve arkadaşlarına kına yakılır. Buraya kadar her şey ülke genelinde ki aynı adetler. Manisa âdetinde ise kına gecesi bittikten sonra gelin etrafında tef çalıp türkü söyleyen arkadaşları ile beraber yedi çeşme dolaştırılarak elinin kınası bu çeşmelerde yıkanır. En sonunda da erkek tarafının evine gidilir burada kayınvalide kınagecesi alayına katılanlara çerez filan verir galiba. Hatta kayınvalidenin şalvarının bir değneğin ucuna takılarak yakıldığı dahi söylenir ama ben karşılaşmadım.

Biz çocuklar arasında anlatılan müthiş kıyamet senaryoları vardı. Bu hikâyelerle büyüyen insanlar için oldukça korkutucu bir olay bu tabi.

Efendim bu hikâyedeki senaryoya göre kıyamete yakın Deccal çıkar. Bu Deccal ve avenesi sokaklarda şarkı söyleyip def çalarak dolaşır. Bu sesin büyüsüne kapılan insanlar evlerinde fırlayarak kalabalığa karışır. Alay, bu hipnotize olmuş gibi kendinden geçerek guruba katılanlarla gittikçe büyür büyür sokaklara sığmaz olur. Ama imanlı ve cennetlik insanlar Deccalın müziğinin sesini duymadıkları için sokağa çıkmazlar. Sonra da kıyamet bu sokakta ki insanların üzerine kopar. Üzerlerine kızgın taşlar alevler yağar ve oracıkta helak olurlar. Hatta ve hatta bu dışarı çıkan insanların boynuzları çıktığı için kapılara takılıp isteseler de artık eve giremedikleri bile söylenirdi.

Bu dehşetli hikâyeleri kim uydurdu kim yaydı bilmem ama bahçelerin kuytu köşelerinde kömürlük diplerinde biz çocuklar korkudan yüreciğimiz çarparak bu hikâyeleri anlatır ya da dinlerdik. İşte bu kadıncağız da belli ki bu hikâyelerden haberdar, gece yarısı böyle bir manzara ile karşılaşınca ödü kopmuş. Kıyamet saatinin geldiğini zannetmiş.

Kına gecesi geleneğinde görüldüğü gibi Manisa’nın yayla suyu çeşmeleri şehir yaşamı ve kültürü içinde oldukça önemli unsurlardı. Her şeyin değiştiği gibi bu gelenekler de büyük ölçüde değişti. Özellikle Ramazan ayının akşamüstleri önünde sıraya girdiğimiz yayla sularından birçoğu şu anda kurudu. Bir zamanlar Spil dağına kış boyu yağan karların erimesi ile bu çeşmelerden buz gibi sular akardı. Şimdi bu çeşmelerden hala yayla suyu aktığı konusunda çok emin değilim. Muhtemeldir ki artık birçok çeşmeden şebeke suları akıyor.

Manisa’da bir zamanlar, tarihi öneme sahip çeşmelerden hariç Spil dağının  etekleri boyunca bir çok sokakta  sadece bir borudan önünde ki yalağa kol kalınlığında sular akan yayla suları vardı.

Bunlardan ilk tanıştığım oturduğumuz göçmen mahallesinin üst taraflarında iki sokağın kesişimindeki köşede akan yayla suyuydu. Bir adam kolu kalınlığında borudan fışkırarak akan su önünde ki yalağa gürültü ile dökülüp ardında derin uğultular bırakarak mazgalda kaybolurdu. Oyun aralarında Ter ve toz karışımı simsiyah suratlarımızı bu çeşmede yıkar sonrasında bir elimizle boruya sıkıca tutunurken diğer elimizin avucunu çukurlaştırarak içine dolan suyu kana kana içerdik. Bir yandan su içerken bir yandan da yalağa düşme korkusu içimi ürpertir sanki bir elim kayacak olsa sularla beraber mazgalın içine düşüp kaybolacağım sanırdım. Derinlerden gelen uğultuları dinlerken kalbin heyecanla çarpardı. Bir anda  düşüp mazgalın içine girsem Jules Verne’inin Dünyanın Merkezine Seyahat romanında ki garip yerlere  düşeceğim ve geri dönemeyeceğim duygusuna kapılırdım.

En sonunda ise ıslak yüzümüzü kolumuzun yenine siler elimizi de sokakta ki oyun kostümümüz olan “picamamızın” yanlarına sürerek kurutur sonra oyunlarımıza devam ederdik.

İkinci tanıştığım yayla suyu aile dostlarımıza gittiğimiz  zaman gördüğüm Muradiye Külliyesinin dağa doğru ilerleyen yan sokağını kesen sokaklardan birinin köşesinde ki yayla suyu idi. Üçüncüsü ise Perşembe pazarının sonlarına doğru  Çipillerin evinden hemen sonra ki sokağın sağ tarafında akan yayla suyu oldu.

Bu anlattığım yayla suları şehrin dört bir tarafında ki sebillerden ve yayla suyu çeşmelerinden farklıydı. Sadece bir boruyla dağdan gelen bu çeşmeler sanırım Spil ‘in boylu boyunca eteklerinde uzanan birçok mahallenin sokak aralarında akan sulardı. Küçüklüğünden itibaren tasarruf alışkanlıkları ile büyüyen bir memur çocuğu olarak kapatacak bir çeşmesi olmadan boşu boşuna akan bu sular oldukça aklımı kurcalardı doğrusu. Neden bir çeşme takılmadığını merak eder boşuna akan sulara acırdım.

Manisa’ya dair birçok şey gibi o yayla suları da geçmişte kaldı artık.

Not: Fotoğraflar Dış mahalle ara sokaklarından...

 


29 Ağustos 2021 Pazar

SPİL’İN FİLDİŞİ OMUZLU DELİKANLISI PELOPS


                                                                  Pelops ve karısı Hippodamia 
                                                                                               
OLİMPİYATLARI BAŞLATAN KAHRAMAN

Olimpiyat oyunlarında sporcularımız üst üste kazandıkları başarılar ile göğsümüzü kabarttı. Hele de yanağı mıncırmalık sevimli delikanlı Mete Gazoz hepimizin sempatisini kazandı. Karizma başarı ve sevimlilik nasıl bir insanda toplanabilirin örneği oldu kendisi.

Olimpiyat oyunları dört yılda bir yapılan karşılıklı dostluk ve anlayış içinde daha iyi ve barışçıl bir dünyayı amaçlayan bir spor organizasyonu.

Tüm dünyanın katıldığı, ülkelerin ev sahibi olmak için kıyasıya yarıştığı bu büyük organizasyonu başlatan kahramanın Manisalı olduğunu söylesem ne dersiniz.

Şaka değil gerçekten de öyle. Manisalı mitolojik kahramanların arasında en az bilinen sanırım olimpiyatları başlatan Anadolu delikanlısı Pelops.

Pelops kim mi?

Önce onu tanımakla başlayalım isterseniz. Tantalos’un adını sanırım çoğunuz duymuşsunuzdur. Hikâyesini sonra ki bir yazıda anlatırım yine de.

Tantalos, Tanrı Zeus’un Plouto isimli bir Nympha dan dan olan oğlu. Nymphalar nehir perileridir ve Plouto da muhtemelen Sart çayı kenarında yaşayan bir peri kızıdır. İşte bu Tantalos Lidya krallığının başına geçer ve bir ölümlü olmasına rağmen babası ‘Zeus’un torpiliyle tanrıların şölen sofralarına oturur. Onlarla göksel besinler olan nektar yiyip Ambrosia içer. Bu durum zamanla onu oldukça şımartır.

Bir gün tanrıları Spil üzerinde olan sarayına davet ederek büyük bir ziyafet verir. Aslında bu ziyafetin ardında ki gizli niyeti tanrıları sınava çekmektir.

Oğlu Pelops öldürerek parçalara ayırır, büyük kazanlarda haşlayıp ziyafet sofrasında ki tanrılara sunar. Tanrılar durumu anlayıp sofradan ellerini çekerler. Ama yaşlı Tanrıça Demeter, üzüntüsünden dolayı oldukça dalgındır. Zira kızı bahar tanrıçası Persephone, Hades tarafından kaçırılarak yer altına hapsedilmiştir. O dalgınlıkla bir parça eti yer.

                                                  Manisa Spil Dağı Yarıkkaya mevkiinde "Pelops'un Tahtı"

Tanrı Zeus bu küstahlığa çok kızar ve Peolps’u yeniden diriltir. Lakin Demeter’in yediği omzuna gelen kısım boşta kalmıştır. Bu duruma çok üzülen Demeter hatasını telafi etmesi için demirciler tanrısı Hephatios’ ricacı olur. Hephatios Pelops’a fildişinden bir omuz yapar. Artık Pelops fildişinden bir omuz sahiptir.

Gel zaman git zaman seneler geçer. Pelops yakışıklı bir delikanlı olur. Daha sonra ise  büyük bir servet ile Atina’ya gider. O dönemler Anadolu bolluk ve zenginlik içinde iken Grek coğrafyası iç karışıklıklar ve göçler yüzünden zor dönemler yaşıyordur. Pelops burada Hükümdarın kızı Hippodamia’ya âşık olur.

Onunla evlenebilmek için babası ile yarışmayı kabul eder. Hippodamia’nın babasını at arabası yarışlarında yenerek kızını almaya hak kazanır. Bu olay antik olimpiyat oyunlarının başlangıcı olarak kabul edilir.

Tabi Olimpiyat oyunlarının başlaması ile ilgili birkaç rivayet daha vardır ama onları boş verelim. Sonuçta asırlardır devam eden ve dünyanın en ünlü spor organizasyonunun babası bir Anadolulu hatta Manisalı bir kahraman.

Hey be Manisa!  sen neymişsinJJJ

 Pelops ve Hippodamia yarışı

18 Ağustos 2021 Çarşamba

SPİL'İN ACILI KADINI NİOBE

 

AĞLAYAN KAYA GERÇEKTEN AĞLIYOR MU?

Galiba ilkokul iki veya üçüncü sınıftaydım. Öğretmenimiz ağlayan kayaya pikniğe gideceğimiz müjdesini verdi. Benim için sıradan bir piknik ama birçoklarında  farklı bir heyecan. Hararetle anlatıyorlar.

-Ya bi kadın varmış çocukları ölmüş. Çok üzüldüğü için acısından taş kesilmiş. Şimdi her Cuma günü gözlerinden yaşlar akıyormuş.

Ee biz de Cuma günü okulun son gününde pikniğe gittiğimize göre ağlayan taş kesilmiş kadını göreceğiz. Bizde bir heyecan bir heyecan.

Daha o zamanlar mitoloji nedir bilmiyorum. Öğrenmeme de seneler var. İlk duyduğum mitolojik hikâye örümceğin hikâyesiydi. Çok güzel gergef işleyen bir genç kızı kıskanan bir tanrıça onunla yarışa giriyor. Yenilince de kızcağızın gergefini örümcek ağına kızı da örümceğe dönüştürüyor. Ben bu kızcağızın acısına üzülmeyi atlatamadan çocuklarının ölüsüne senelerdir ağlayan kadını öğrenince üstüne tuz biber oldu.

Heyecanla beklediğimiz piknik günü geldi. Biz öğretmenlerimiz başımızda, ellerimizde sele sepetlerimiz yayan yapıldak Ağlayan Kayanın oraya çıktık. Kayaya bakıyorum bakıyorum bir şeye benzetemiyorum. Ben zannediyorum ki heykel falan gibi bir şey, gözlerinden de sular sızıyor. Galiba gerekli açıyı yakalayamadım. Bir yerlerden sızan ya da akan su da göremedim.

Daha o zamanlar Ağlayan Kaya bu kadar aşınmamıştı. Yine de kadın siluetine benziyordu. Ama o gün, benim gözümde ki tüm karizması gitti. Öğretmenimiz Niobe efsanesini anlatsa da bir daha eski itibarını kazanması mümkün olmadı.

Üstünden seneler seneler geçti benim hayalimdeki Niobe, evlatlarının ölü bedenine sarılarak hıçkırıklarla ağlayan bir anne değil, bir piknikte etrafını şaşkınlıkla  dolaştığımız sağını solunu merakla inceleyip üstüne tırmandığımız bir kaya parçası olarak kaldı. Sonraları öğrendiğim yeni bilgiler ise bu ilk tanışmanın bıraktığı izlenimi değiştirmeye yetmedi.

Niobe’nin hikâyesini herkes bildiği için tekrarlamayacağım ama başka bir sürpriz yapayım. Anadolulu şair Homeros’un İlyada destanında anlattığı Niobe’yi,  “Mavi yolculuk” teriminin isim anası filolog ve arkeolog Azra Erhat’ın çevirisi ile sizlerle paylaşıyorum.

 

NİOBE-HOMEROS-İLYADA

Güzel saçlı Niobe’nin de yemek geldi aklına.

Oysa on iki çocuğu olmuştu sarayında,

Altı kızı, ergen altı oğlu.

Apollon öfkelenmişti Niobe ’ye

Öldürmüştü oğullarını gümüş yayıyla,

Kızlarını da okçu Artemis öldürmüştü.

Niobe güzel yanaklı Leto ile bir tutuyordu kendini

Diyordu, Leto iki çocuk doğurdu bense bir düzine

İki kişi Apollon ile Artemis öldürdü hepsini.

Ölüler yatıp kaldılar kanlar içinde.

Kimsecikler yoktu onları gömecek.

Herkesi taşa çevirmişti Kronos oğlu

Göklü tanrılar gömdü ölüleri onuncu günü.

İşte o gün yemek geldi Niobe’nin aklına,

Gözyaşı dökmekten yorgun düşmüştü.

Bugün Sipylos kayalarında ıssız doruklarında,

Akheloos Irmağı kıyısında oynaşan su perilerinin

Yatakları vardır derler ya işte oralarda,

Tanrı buyruğu ile taş olmuştur Niobe,

Yüreğine indirir durur acılarını,

Çeviri: Azra Erhat

 

Ah Niobe ah! Yerini  bilip de sınıf atlamaya kalkmasaydın, hiç bunlar gelir miydi başına?…

13 Ağustos 2021 Cuma

SPİL’İN NAZLI KIZI ANEMON

Sadece burada yetişen yüzlerce endemik bitki içinde en meşhuru şüphesiz ki Anemon yani Manisa Lalesi. Daha çok gölgeli yerlerde kısacık sapları üstünde doğrularak baharı müjdeleyen pembe mor kırmızı beyaz anemonlar papatyalardan önce kırlarda boy gösterir. Onların ardından da papatyalar ve çocukların yağlı çanak dediği sarıçiçekler sökün eder. Serin bahar günlerinde henüz daha nemli olan toprakların üzerine yayılıp, üstümüz başımız toprak ve çamur içinde kalarak topladığımız anemonları demet yapar, sevinçle annelerimize koşardık. Batı Kışlanın biraz üzerinde ki düzlük alandan annelerimiz kilimleri katlayıp sepetleri toplarken, biz çocuklar da bir elimizde salıncak kurduğumuz  ip atladığımız ipimiz ya da yakan top oynadığımız plastik topumuz, diğer elimizde topladığımız çiçek demetlerimiz, yorgun argın ayaklarımızı sürüyerek piknikten eve dönerdik.

En güzel anemonları nereden topladığımıza gelince, Ağlayan Kayanın arkasında yükselen yamaçlarda bir de Kırtık Mezarlığının şimdiki yerinde.

Ağlayan Kayanın civarını herkes bilir ama Kırtık mezarlığının ta ilerlerindeki anemonlar fazla bilinmez.

Tabi o zaman daha mezarlık orada yoktu. Sınıf arkadaşım Nurlupınar Mahallesinin başlangıcında Doğu Kışladan hemen sonra başlayan evlerden birinde otururdu. Onlara gittiğimizde pikniğe çıktığımız yer ise Kırtık mezarlığının arazisi idi. Zeytin ağaçları ile dolu arazi de bizim asıl ilgi alanımız badem ağaçları olurdu. Üzerine tırmanıp çağla bademleri toplayıp iştahla hatta karnımız ağrıyacak kadar çok yedikten sonra ağaçlardan iner lale toplamaya koyulurduk. Lalelerimizi demet yapar daha nadir bir renk bulan övünerek arkadaşlarına gösterirdi.

Lale mi dedim?

Evet lale. Anemonların adı çocuklar arasında lale olarak bilinirdi. Tabi gelinciklerin adı da bizim için laleydi. Aralarında ki farkı ayırt edebilmek çocuklar için zor tabi.

Lalenin bizim anemonlarımızın evrimleşmiş ıslah edilmiş hali olduğunu nereden bilelim. Gelincikler daha sıcak havalarda ilkbahar sonu yaz başında meydanlık alanlarda açarken anemonlar ilkbaharın henüz başında hatta hatta kış tam el çekmeden kuytu ve nemli yerlerde boy verir. Boy verir dediysem de sapları kısacık olduğu için utangaçça başlarını kaldırırlar aslında.

İşte bu Spil’in nazlı kızı asıl ününe lale adını alıp İstanbul’a taşınınca kavuşmuş. Aslında ne garip tesadüf aynen şehzadeler gibi. Osmanlı döneminin gözde şehzadeleri Manisa’da Sultan yaylasında serpilip İstanbul’a taşınınca asıl potansiyellerine ve üne kavuştular. Şehzade iken dünya tarihine yön veren efsanevi Sultanlara dönüştüler. İşte Bizim utangaçça yüzünü yere eğen anemonlarımız İstanbul’a taşınınca gururla başlarını göğe kaldırıp bir devre adını veren efsane bir çiçeğe dönüştüler.

Yani Spil'den dünyaya yayılan anemon da efsanevi bir çiçek.

Gelelim Anemon efsanesine.

Nefes kesici bir yakışıklılığa sahip olan Adonis ölümlülerin en güzelidir. Güzellik tanrıçası Afrodit bu ölümlüye kayıtsız kalamaz ve âşık olur. Kıskanç nazarların zararından korumak için de onu Bahar Tanrıçası Demeter’in kızı olan yeraltı Tanrıçası Persephon’a emanet eder. Zamanında Hades tarafından kaçırılarak yer altına hapsedilen Persephon'da  da arkadaşının aşkına aşık olur.

Tabi daha o zamanlar Fecri Ebcioğlu”arkadaşımın aşkısın” eserini yazmamış Enrico Masias da bestelememiştir”

Persephone Adonis’i geri vermek istemez. Ve iki tanrıça arasında büyük bir kavga çıkar. Ve sonunda Zeus kavgaya müdahale etmek zorunda kalır.

Zeus’un verdiği karara göre Adonis yılın yarısında yeryüzünde Afrodit’in yanında kalacak, diğer yarısında da Persephone’nin yanına yeraltına inecektir. Adonis’i yerüstüne çıkmasıyla ilkbahar ve yaz, yeraltına inmesiyle de sonbahar ve kış yaşanmaya başlar.

Tabi zavallı Adonis’e fikrini soran yoktur ama aslında o da Afrodit’e âşıktır. Bunu sezen Persephone kıskançlıktan deliye döner. Afrodit’e karşılıksız bir aşk besleyen savaş tanrısı Ares'e giderek ondan yardım ister. Ares yaban domuzu kılığına girerek, ava çıkan Adonis ile Afrodit’tin yoluna çıkar ve Adonis’i ağır bir şekilde yaralar. Adonis’i yaralarından akan kanlar Anemon çiçeklerine dönüşürken, acıyla sevgilisinin yanına koşan Afrodit’in ayaklarına dikenler batar. Onun ayaklarından akan kanlar da beyaz olan gülü kırmızıya boyar. O gün bu gündür Spil’in yamaçlarını anemonlar süslerken kırmızı gül de aşkın sembolü olarak bilinir.


Anemon Görseli:  Fotoğraf sanatçısı Sevgi Karaduman